ABTTF
TR
HABER BÜLTENİMİZE KAYIT OLUN Bülten İcon
Batı Trakya

Azınlığın kendini tanımlaması ve İskeçe Türk Birliği’nin Yargıtay nezdindeki davası

23.09.2003
Gümülcine'de yayınlanan Hronos gazetesinin 23 Eylül 2003 tarihli sayısında H.S. imzasıyla yer alan bir makalenin çevirisi

Azınlığın kendini tanımlaması ve İskeçe Türk Birliği’nin Yargıtay nezdindeki davası

İskeçe Türk Birliği'nin, Üç Üyeli Trakya İstinaf Mahkemesi'nin 31/2002 sayılı kararı aleyhine Yargıtay nezdinde yaptığı 8.4.2002 tarihli temyiz başvurusu, bir defa tehir edildikten sonra 19 Eylül Cuma günü görüşüldü.

Trakya İstinaf Mahkemesi adında "Türk" ibaresinin yer alması nedeniyle ve İskeçe Valisi'nin başvurusu muvacehesinde Bidayet Mahkemesi'nin Derneğin kapatılması yönünde almış olduğu kararı uygun bulmuştu. Mahkemenin bu kararını dayandırdığı gerekçe ise derneğin "Türk" olarak adlandırılmasının yasadışı olduğu, zira (Batı) Trakya'daki azınlığın "Türk" değil, "müslüman" olduğuydu. Kaldı ki Lozan Antlaşması'nda da bu azınlık açık seçik bir şekilde "Müslüman Azınlığı" olarak tanımlanmaktadır.

Trakya İstinaf Mahkemesi bu gerekçeyle Bidayet Mahkemesi'nin vermiş olduğu derneğin kapatılması kararını onaylamış ve derneğin istinaf başvurusunu reddetmişti.

Bu noktada şunu da belirtmeliyiz ki, eskiden (Osmanlılar) 72 milletten oluştuğu için ve milletleri müslümanlaştırma amacı güttüklerinden, insanları dinleriyle tanımlama cihetine gidiyorlardı. (Batı) Trakya'da Lozan Antlaşması uyarınca gayrımübadil olarak kalmış olan insanlar da işte bu nedenle ve de Mustafa Kemal'in yeni kurmuş olduğu devletin resmi temsilcisinin tercihi doğrultusunda "Müslüman" olarak tanımlanmışlardır. O zaman bu azınlık "Pomak", "Çingene" ve Türkler -%75-şeklinde farklı milletlerden oluşuyordu. Bu insanların bir kısmını ise bu topraklara Bizanslılar getirerek paralı asker olarak kullanmışlardı. Bu ahalinin diğer bir kısmı da Alevi ve Çerkezlerden oluşmaktaydı. Osmanlılar tarafından Anadolu'dan getirilmiş ve iskan edilmişlerdi. Bu yapılırken Osmanlıların güttüğü gaye bölgedeki nüfuzlarını arttırmaktı.

Azınlığın ileri gelenleri Türkiye'ye gidip yerleştikleri dönemde burada terkettikleri evlerinde, kapalı dolapların kıyısında köşesinde saklanmış halde Hristiyanlığa ait bir sürü ikona ve kandiller bulunmuştu. Bu ise, bu insanların daha önce Hristiyan olduklarını ve Osmanlılar tarafından müslümanlaştırıldıklarını göstermektedir.

(Batı) Trakya'da kalan bu insanların yaşam koşulları, Lozan Antlaşması'yla düzenlenmiştir. Aynı antlaşma, (Batı) Trakya'daki Müslüman Azınlık'la, sayıları çok daha fazla olan İstanbul Helenleri arasında mütekabiliyet esasına dayanmaktadır.

Lozan Antlaşması uyarınca mübadeleye tabi tutulan Doğu Trakya Helen nüfusu da, (Batı) Trakya'da bulunan müslümanlarla yanyana yaşamak üzere bu bölgeye iskan edilmişti. Ama sadece Türklerle değil, çeşitli milletlere mensup müslümanlarla yanyana yaşamak üzere... Çünkü göçmenler Türklerden çok eziyet çekmişlerdi -Türklerin soykırım, katliam ve daha başka kötü muamelelerine maruz kalmışlardı-.

Bu noktada, çok az bilinen bir başka gerçeği de anımsatmak istiyoruz. Şöyle ki, Lozan Antlaşması uyarınca (Batı) Trakya'ya iskan edilmiş olan Doğu Trakyalı 30.000 Helen, Yunan Hükümeti'nin talimatıyla 1928-1930 yıllarında buradan alınarak, Serez, Kılkış, Drama, Selanik v.s. kentlere nakledilmişlerdi. Bu nüfusun ülkenin güneyindeki bölgelere nakli, Kemalistlerin talebi üzerine gerçekleştirilmişti. Çünkü Kemalist rejim, bu göçmenlerin (Batı) Trakya'ya iskan edilmesinden daha o zamanlarda rahatsızlık duymuştu. Çünkü Türkler Helen nüfusun bölgede artmasını istemiyorlardı.

Evet, Yunan Hükümetleri, daha o zamanlar bile, Türk-Yunan dostluğuna inanmış ve bu nedenle Türkler karşısında hep bu gibi ödünler vermişlerdi. Hatta Türkiye'den gelen mübadiller için öngörülen tazminatı bile Türkiye'den talep etmekten sarfınazar etmişlerdi. Yunan Hükümetleri günümüzde de bu tavizkar tutumu sürdürmektedirler. Herşey Türk-Yunan dostluğu için feda edilmektedir.

Ve şimdi geliyoruz İskeçe Türk Birliği'nin Yargıtay'daki son davasına. İskeçe Türk Birliği adına duruşmaya katılan Avukatlar ve müdahiller olarak Orhan Hacıibram, Ahmet Faikoğlu, Birol Akifoğlu, Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği, -tümü İskeçe Türk Birliği'nin üyeleri; Türk asıllılar ve Batı Trakya Azınlığı mensupları sıfatıyla orada hazır bulundular. Mahkemede, (Batı) Trakya'da azınlığın haklarını savunan beş on kişi daha vardı.

Diğer taraf adına ise, İskeçe Valisi'nin vekili olan avukatlar ile Yunanistan Trakyalılar Dernekleri Federasyonu'nun vekil avukatı ve muhtelif Trakya Derneklerinin temsilcileri ile Trakya Dostları duruşmaya katıldılar.

İskeçe Türk Birliği'nin vekil avukatları, büyük bir titizlikle, insan haklarından, Roma Antlaşması'ndan, kişilerin kendilerini tanımlama hakkından bahsettiler ve bunun yanısıra, arzu ettikleri sonucu elde edebilmek maksadıyla karşı taraf aleyhine suçlamalarda bulunmaktan da geri kalmadılar. İyi de, bu kişiler, Yunan Trakyası'nda "Müslüman Azınlıklar"ın mevcudiyetini görmezlikten geldiklerini unutuyorlardı. Lozan Antlaşması ile bu antlaşmanın öngördüğü mütekabiliyet prensibini de gözardı ediyorlardı. Ama ne olacak, zaten Yunan Hükümetleri de, 1928 yılından beri Türk-Yunan dostluğu uğruna bu karşılıklılığı rafa kaldırmamışlar mıydı? Esasen bu tavizkar tutum sonucundadır ki, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Helenleri yok oldu ve (Batı) Trakya'da, Türk-Yunan dostluğu uğruna Gümülcine'de açılmasına izin verilmiş olan Türk Başkonsolosluğunun adamları da küstahlaştılar. Bunların amacı, Kemal Atatürk'ün, "Batı Trakya'nın, orada yaşayan müslümanların da gayretleriyle tekrar Türkiye'yle birleşmesini" öngören vasiyetini gerçekleştirmektir.

Kemalist rejimin (Batı) Trakya'da müslümanlara Türk bilincini aşılamaya çalıştığından, vasıta olarak ise Müftüleri ve öğretmenleri kullandığından Eleftherios Venizelos 1928 yılında dahi haberdardı. Zira bu durum, zamanın Trakya Genel Müfettişi Stilianidis'in sunduğu raporda dile getirilmişti.

Türklerin, (Batı) Trakya'da "Pomak" ve "Çingenelerin" etnik bakımdan dejenere edilmeleri suretiyle tüm azınlığı Türkleştirmeye çalıştıklarının bilinmesine rağmen, partizanlık ve siyasi çıkarlara hizmet etme hastalığına kapılmış olan Yunan Hükümetleri, bu serhat bölgemiz için milli bir strateji ve politika belirlemeye tevessül etmemiş veya bunu yürürlüğe koyma cesaretini sergileyememişlerdir.

Sonuç mu? Sonuç ortada. Ülkemiz yöneticileri her zaman Türk planlarının peşinden gitmekte ve bunu da çoğu kez, ABD'nin "iki ülke arasında işbirliği yapılması" telkinleri çerçevesinde yapmaktadırlar. Türkiye ise bunlara karşılık olarak, özellikle de 1974 yılından itibaren, durmadan modern silahlar satın almış, 1980 yılından sonra ise, yoksul Yunanistan'ın satın alamadığı elektronik cihazları da askeri envanterine ekleyerek, Ege FIR hattının kontrolünü ele geçirmiştir. Bizim politikacılarımız ise, ünlü ABD'li devlet adamı Henry Kissinger'in de telkin ve tavsiyeleri doğrultusunda, Yunan halkını, barış ve dostluğun başka alternatifinin olmadığına ikna etmeye ve yatıştırmaya çalışmakla yetiniyorlar. Burada amaçlanan, barış ve ekonomik işbirliği söylemleriyle uyutulmak istenen vatandaşlarımızın sadece günlük yaşamdaki refahlarını düşünmelerini, bunun dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmemelerini sağlamaktır. Aksini yaptığınızda ise, ırkçı, şovenist, yabancı düşmanı, gerici ve milliyetçi olmakla suçlanırsınız.

Evet, Yargıtay binasının kafeteryasında işte bu konular konuşuluyordu.

Yunanistan'ın izlediği dış politikanın başarısızlığa uğradığı apaçık ortada. Bu politikayı, halkın oylarıyla iktidara gelen ve halk adına hükümet eden kişilerin belirlemelerinden daha doğal bir şey olmaz. Ancak, bunu yaparken bu çevrelerin, kendilerine milli çıkarları koruma görevinin de verilmiş olduğunu unutmamaları gerekir.

Günümüzde izlenen politika sonucu özellikle serhat boylarında tavizkar bir tutum içine girmek - Kardak sorunu ve Ege'de Türk savaş uçaklarının ihlalleri, Ege Denizi'nin Yunan olan yarısını Türkiye'ye teslim etmek- ve son olarak azınlık mensuplarına toleranslı davranarak tavizlerde bulunmak göreve ihanet değil midir? Hele hele Gümülcine'deki Türkiye Başkonsolosluğu' nun bölgede "müşterek yönetici" olarak kabul edilmesi, bunun sırf parti çıkarları uğruna yapılması ve böylelikle Ankara'nın bölgedeki adamlarının cüretkarlaşmalarına yol açılması nasıl izah edilebilir?

Teslimiyetçi ve tavizkar tutumların hepsini sıralamaya kalksak, bu sayı binlere ulaşır ve zamanımızı boşuna harcamış oluruz.

Evet, dış politikamız bu eksen üzerinde faaliyet gösterirken ve ülkenin çıkarları ihmal edilirken, demokratik bir ülkede halkın tedirginliğe kapılması ve hiç olmazsa sözlü olarak tepki göstermesi doğaldır. Demokratik olduğu varsayılan Yunanistan'da halkın ve de çoğunluk toplumunun görüşlerine de kulak verildiği varsayılmaktadır.

Trakya Hellenizmi ve genel olarak Yunan halkının kahir çoğunluğu, Yargıtay' ın vereceği kararı, merakla beklemektedir. Ve biliyoruz ki davada yer alan diğer taraf da Yargıtay'ın alacağı kararı sabırsızlıkla beklemektedir. Zira haklı çıkmaları halinde, (Batı) Trakya'da sayıları onlarla ifade edilen, atletizm ve kültür (-hangi kültür?-) maskesi altında faaliyet gösteren derneklerin tümü Türkleştirilmiş olacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki, böyle bir kararın (Batı) Trakya üzerinde daha başka sonuçları da olacaktır. Temennimiz odur ki, hukuk, seçim öncesi siyasi beklenti ve hesaplara üstün gelsin.

Ve yine ümit ve temenni ederiz ki, devlet ve particilik mekanizmaları, Hellenizmin içinde bulunduğu şartların gerektirdiği doğru tavrı ortaya koysun ve böylece (Batı) Trakya'yı feda etmek suretiyle, diplomatik dilde Türk-Yunan dostluğu ve işbirliği adıyla lanse edilen Türk politikası lehinde tavır sergilemesin...

Nihayet, mahkeme salonu dışında "Yunanistan böyle devam ederse, küçük düşer" ibaresini kullanan ve Yunan vatandaşı oldukları varsayılan duruşmadaki diğer tarafın mensuplarının emellerinin boşa çıkmasını temenni ediyoruz...